• Forumdan selamlar!
    Fikirler paylaşıldıkça çoğalır, bilgi forumdan yayılır.
    Hemen aramıza katıl, farkını forumdan göster!

Dil ve Kültürel Devamlılık

Dil: Milletin Ruhu, Milletin Hafızası

Millet nedir? Onu ayakta tutan kudret nereden gelir? Kimine göre hudutlardır, kimine göre ordular yahut iktisadî gelişmişliktir.. Lâkin hakikat başka yerde gizlidir: Bir milletin asıl devamlılık unsuru, onun dilidir. Zira dil, yalnız kelimelerden ibaret değildir; geçmişin hatırasını, geleceğin ümidini ve bugünün şuurunu bir arada taşıyan yegâne cevherdir.

Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan, “Üstte mavi gök basmasa, altta yağız yer delinmese, Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir?” der. Burada bahsi geçen “töre”, aslında dilin de içinde bulunduğu kültür bütünüdür. Töresiz de, dilsiz de millet kalmaz; kalamaz.



Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Lisanın Seyri

Osmanlı asırlarında Türkçe, Arapça ve Farsça’nın tesiriyle zenginleşmiş, Divan edebiyatı ve medrese ilimleriyle kudretli bir dil haline gelmiştir. Lâkin bu yüksek dil, halkın gündelik konuşmasından uzaklaşmıştır. Dede Korkut hikâyeleri ise halkın kendi diliyle, yalın ama derin bir ifade dünyası kurmuş; Türk milletinin ortak hafızasını beslemiştir.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ise dil, milli kimliğin temel sembolü kılınmış, 1928’de Harf İnkılâbı ve ardından Dil Devrimi, halkla devlet arasındaki uçurumu kapatmayı hedeflemiştir. Mustafa Kemal: “Türk demek, Türkçe demektir” diyerek, Türk milletinin varlığının ancak diliyle kaim olabileceğini vurgulayarak kendi şahsında devlet politikası haline de getirmiştir. Bu muhakkak halk için büyük bir kazanım olmuş; lakin uygulamada sadeleşme adı altında yapılan vahim hatalar sebebiyle Osmanlı Türkçesiyle yazılmış yüzlerce yıllık eser, yeni nesiller için anlaşılmaz ve incelenemez hale gelmiştir.



Sadeleşme Tartışmalarındaki Çelişkiler

Dil sadeleşmesi, halkın diliyle yazı dilini yakınlaştırma gayretiydi. Lâkin bu süreçte ölçütler her zaman tutarlı olmadı. “Yabancı” damgası vurularak Arapça ve Farsça kökenli pek çok kelime dışlanırken, Moğolca kökenli kelimeler Türkçenin öz malı sayıldı. Öyle ki “Danıştay, Sayıştay” resmi kurum adları olarak devlet politikasında yerini aldı; siyasî gelenekte ise partiler için “Kurultay” ifadesi benimsendi. Nöbet, ordu, karavan, tayga, çadır gibi Moğolca asıllı kelimeler bugün öz Türkçe kabul edilirken; yüzyıllarca kullanılagelen Arapça kökenli kavramların tasfiyesi, bir çelişki doğurdu.

Aynı çelişki, 19. ve 20. yüzyılda Fransızcadan gelen kelimelerde de görülür. Modernleşme sürecinde asansör, otel, gar, şoför, bilet, komite, memuar gibi yüzlerce kelime halkın gündelik diline yerleşti-rildi. Hatta idarî, askerî ve kültürel hayatta kullanılan pek çok jargon doğrudan Fransızcadan alınarak yazı dilinde yerleşti. Ne var ki bunlar Türkçede kalıcı oldu, kimse de onları “özleştirme” uğruna çıkarmaya kalkmadı.

Bu tablo, sadeleşmenin çoğu kez dilin tabii gelişiminden ziyade ideolojik bir seçicilik ile yürütüldüğünü gösterir. Oysa milletin hafızasına sinmiş kelimeleri kökenine bakarak yargılamak yerine, onların dilde kazandığı yer ve işlev esas alınmalıydı. Zira bir kelime yüzyıllar boyu milletin ağzında yaşamışsa, artık o milletin malıdır.



Dilin Zenginliği ve Milletin İdraki

Türk Dünyasının ortak değeri olan Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyılda Divanü Lügati’t-Türk’ü kaleme alırken yalnızca bir sözlük değil, Türk dünyasının kültürel atlasını da inşa etmişti. Böylece Türkçe’nin coğrafyalar üstü bir birleştirici gücü olduğunu ortaya koymuştu.

Gönül ve ulus dünyamızın bir diğer önemli ismi Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de Türkçe ile devlet, adalet ve ahlak üzerine düşüncelerini aktarmış, Türkçenin yalnızca gündelik hayatta değil, siyaset ve felsefede de medeniyet dili olabileceğini kanıtlamıştı.

Şairlerimizden Cemil Meriç: “Kamus, bir milletin hafızasıdır.” ifadesiyle, kelime hazinesinin yalnızca dil bilgisi değil, aynı zamanda bir kültür atlası olduğunu vurgulamıştı. Takdir edersiniz ki hafıza zayıflarsa idrak daralır, kelime azalırsa fikir fakirleşir.

Yine edebiyatımızın en önemli isimlerinden Yahya Kemal: “Türkçe yalnızca bir lisan değil, milletin ruhudur.”sözüyle, dilin yalnızca iletişim aracı değil, milletin varlığını ayakta tutan ruh olduğunu kastetmişti.



Sadeleşmenin Bedeli

Ziya Gökalp, dilin kültürün en mühim unsuru olduğunu vurgulamış, sadeleşmeyi milli harsın korunması için gerekli görmüştür. Mehmet Âkif Ersoy, Safahat’ta sade bir Türkçe ile milletin dertlerini dile getirmiş, edebiyatı halka yaklaştırmıştır. Böylece dil, yalnız bir estetik araç değil, bir uyanış ve direniş dili olmuştur.

Fakat aşırılığa kaçıldığında sadeleşme, hafızayı silen bir bıçak keskinliği kazanır. Cemil Meriç, bu durumu eleştirir: “Geçmişle bağımızı kopardılar, bizi köksüz bir nesle çevirdiler” diyerek aşırı sadeleşmenin kültürel kopuşa yol açtığını ve hafızasız bir toplum doğurduğunu ifade etmiştir.

Bugün bir gencin Fuzûlî’nin bir beytini ya da Kâtip Çelebi’nin satırlarını anlamakta güçlük çekmesi yalnızca dil meselesi değil; aynı zamanda kültürel süreklilik meselesidir. Bu sebeple edebiyatta sadeleştirme yapılırken zenginliklerin lügâttan silinmesi kabul edilemez. Kültürel aktarım ve milli bilinç için ve dahi geçmişin yaşamlarını anlayabilmek, ortaya konulan sanatların anlaşılabilmesi için de dilde mevcut kelimelerin ve bağlamların koparılmaması gerekir.



Eğitim ve Zihnin Ufku

Dil, eğitimin taşıyıcısıdır. Kelime hazinesinin genişlediği kadar kavram dünyası da genişler; daraldığı kadar da zihin dünyası daralır. Öğrenciler felsefeyi, tarihi, hatta edebiyatı sınırlı bir kelime dünyasında öğrenirse, düşünceleri de sınırlı olur.

Türk Aynştayn olarak bilinen Oktay Sinanoğlu’nun eğitimde yerli dil politikasının bensinmesi üzerine yaptığı söyleşileri de buraya eklemeden geçemeyeceğim. Zira yabancı dil ağırlıklı ve öncelikli eğitimler, Türk dünyası, ilim ve sanat dünyası adına yaratıcılığı kısıtlandıran bir faktördür. Yine Türk milletinin uluslarası anlamda tanınırlığı ve bilinirliliği; literatüre katkısı açısından milli ve zengin bir dilde eğitim çok önemli bir etkendir.



Edebiyat ve Yaratıcılığın Dili

Dede Korkut’un destanlarındaki yalın Türkçe, milletin ruhunu yansıtırken; Yahya Kemal: “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.”der ve dilin hem bireysel kimliğin hem de milli hafızanın en derin kaynağı olduğunu anlatır.

Divan edebiyatı, kelime zenginliğinin sanat kudretine ve kaliteli eser sunma şölenine nasıl dönüştüğünü göstermiştir. Ogier Ghiselin de Busbecq ve Helmut Ritter’in Baki’nin verdiği eserlere hayranlıkları sebebiyle uzun yıllar bu topraklarda yaşadıkları aşikârdır. Ritter Baki’nin sadece saray çevresinde değil, halk arasında da sevilen bir şair olduğuna dikkat çeker. Buradan da anlaşılacağı üzere dildeki zenginlik halka da sirayet etmiştir.

Tarihi süreç içerisinde yalınlıktan - sadelikten, edebi ve sanatlı bir dile geçiş düşünce dünyamızı geliştirmiş ortaya konan eserlerin niteliğini elbette artırmıştır. Edebi eserler verirken Türkçe ve zenginleşmiş dil yapısından vazgeçilmemesi ehemmiyet arz etmektedir.



Teknoloji ve Yabancı Dillerin Tesiri

Asrımızın imtihanı teknolojidir. “App, chat, update” gibi yabancı kelimeler günlük dilimize hızla sızıyor; Türkçe karşılıkları ise gölgede kalıyor. İzlanda, her kavramı kendi dilinden türeterek kültürel bağlarını korurken; Türkiye’de çoğu kez kolay yol seçilmektedir. Bu durum, kültürel bağlarımızı zayıflatıyor, yeni nesillerin dilini yabancı kelimelerin tahakkümüne açık bırakıyor. Burada şunu da belirtmek isterim: Eğer bir kelimenin karşılığı bulunamıyorsa “zorlama” türetimler de yapmamak gerekir. Unutmamalıyız ki, organ nakli, doku uyuşmazsa vücutta tutunamaz.



Dil Giderse, Millet de Gider

Orhun Yazıtları’ndan Dede Korkut’a, Kaşgarlı Mahmud’dan Ziya Gökalp ve Cemil Meriç’e kadar bütün Türk düşüncesi aynı hakikati haykırır: Dil, milletin varlığının asli şartıdır.

Dil giderse, milletin ruhu da gider.
Bugün bize düşen, Türkçemizi sade ama zengin, anlaşılır ama derin kılmaktır. Geçmişin mirasını ihya etmek ve geleceğin kavramlarını kendi dilimizle kurmak, millet olarak devamlılığımızın yegâne yoludur.
 
Son düzenleme:
Burada bazı kavramları bilerek konuşma dilinde yazıya dökmüş bulunmaktayım. Kelimelerin orjin ifadeleri girdikleri dilde halk ağzındaki karşılığıyla vücud bulur. Televizyona hiçkimse "televijın" demez zira. Yabancı kelimelerin yerel dilde daha doğrusu halk ağzındaki karşıığı ne ise o şekilde yazım ve söyleniş biçimiyle yer almalıdır.
 
Televizyona hiçkimse "televijın" demez zira.
Bunu ilk defa duydum, tam olarak detaylandırabilir misiniz? Her yöreden toplumun kendine has manası var ve bu farklılıklar yine de insanları gönülden buluşturabiliyor. Üzerinde daha çok şey yazılabilir, incelenmesi gereken konuşulması gereken bir konu.
 
Aslında bu her dildeki asli kuraldır. Örnek vermek gerekirse: "Yoğurt" kelimesine yabancılar ekseri olarak "yogurt" derler. Ya da kendi dillerinde olmayan bir ifadeyi söyleniş bakımından kendi dillerine uygun şekilde telaffuz ederler. Batıcılık fikri ve bensinmesi ile daha sonradan peydah olan popülizm ile birlite orjin telaffuz safsatası ortaya çıktı. Hiçbir dilde halk ağzında olmayan ifade orjin olarak literatüre girmez ve söylenmez.
 
Son dönemde Türkiye'de insanların yaşadığı değişim ve başkalaşımı her yönüyle anlattığınız bir yazınız olursa keyifle okuyabilirim :) İyi forumlar.
Türk milletinin serencâmı (tarihî yolculuğu), bozkırın ufuklarında zuhûr etmiş, nice medeniyetlerle hemhâl olarak günümüze akmış uzun ve müteferrik (parça parça, çeşitli) bir nehirdir. Bu nehrin yatağı bâzen taşkın, bâzen sükûnî (sakin); lâkin daima iki renkli bir akışa sahiptir: süreklilik ve kırılma. Bir yanda asabiyet (toplumsal dayanışma) ile doğan içtimaî rabıta (toplumsal bağ), devlet merkezinde tecessüm eden kudret (iktidarın vücut bulması), farklı iklimlerle temasın getirdiği melezleşme (synkretizm). Öte yanda İslâm’ın kabulüyle gelen yeni bir rûh, Farsî yüksek kültürün letafeti (zarafeti), Osmanlı-İslâm sentezinin heybeti, Tanzimat ve Cumhuriyet’in inkılâpları, nihayetinde küreselleşme ve dijitalleşmenin savruluşu…

İbn Haldun ve Durkheim’ın Perspektifleri​

İbn Haldun, Mukaddime’de toplumu bir bedene, asabiyeti ise o bedene can veren ruha teşbih eder (benzetir). Ona göre ruh diri kaldıkça devlet yükselir; solduğunda ise inkıraz (çöküş) mukadderdir. Yüzyıllar sonra Durkheim, De la division du travail social’de toplumu önce “mekanik dayanışma”, zamanla ise “organik dayanışma” ile ayakta duran bir varlık olarak tavsif eder. Haldun’un asabiyet kavrayışı ile Durkheim’ın dayanışma tipleri, toplumun dağılmamak için hangi gizli rabıtalara (bağlara) muhtaç olduğunu farklı lisanlarda dile getirmektedir.

Weber ve Habermas’ın Katkıları​

Max Weber, Ekonomi ve Toplum’da (1922) otoriteyi üç kısma ayırır: karizmatik, geleneksel ve rasyonel-hukukî. Karizma, göçebe kağanın heybetinde tecessüm eder (vücut bulur); rasyonel-hukukî düzen ise Cumhuriyet’in kanun metinlerinde müşahhas (somut) hâle gelir. Böylelikle Weber, Haldun’un asabiyet ve Durkheim’ın dayanışma anlayışını, iktidarın hangi suretlerde meşruiyet kazandığına rapteder (bağlar). Jürgen Habermas ise başka bir menfez (pencere) açar. Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (1962) adlı eserinde, Tanzimat devrinin gazetelerini ve kahvehane sohbetlerini, halkın ilk defa müzakerede bulunduğu (tartışma yaptığı) laboratuvarlar olarak görmemizi sağlar. Weber’in rasyonel hukukuna burada cemiyetin kendi kendine konuşmaya başlaması, yani müşterek aklın inşası eklenir.

Anderson ve Gellner’in Ulus Teorileri​

XX. asrın son çeyreğinde Benedict Anderson ve Ernest Gellner sahneye çıkar. Anderson, Imagined Communities (1983) adlı eserinde, ulusu bir hayal edilmiş cemaat olarak tavsif eder. Gellner ise aynı yıl yayımlanan Nations and Nationalism’de, modern sanayi cemiyetinin millî kültürü zarurî kıldığını ileri sürer. Böylece Haldun’un asabiyetinden başlayıp Durkheim’ın dayanışmasına, Weber’in otorite tiplerinden Habermas’ın kamusal alanına ve nihayet Anderson ile Gellner’in ulus tahayyüllerine uzanan bir silsile teşekkül eder.

Türk Tarihinde Dönüşümler​

Bozkır çağlarında Türkler, Gök Tengri’ye yönelmiş bir iman ile atalar kültünü mezc (birleştirme) etmişlerdi. İşbölümü mahdut (sınırlı), fakat askerî seferberlik pek şedîd (kuvvetli) idi. Çin’in haşmeti ve İran’ın letafetiyle temas, onları mütemayil (uyum sağlayan) ve pragmatik kılmıştı. Bu hâl, İbn Haldun’un beyan ettiği “yüksek asabiyet”in bariz tezahürüdür.

Osmanlı’da Sentez ve Rasyonelleşme​

Osmanlı devleti, Selçuklu mirasına Arap ilim geleneğini de ilâve ederek mütekâmil (olgun, tamamlanmış) bir sentez vücuda getirdi. Millet sistemi, farklı dinî cemaatleri bir arada tutmaya yarayan müstesna bir mekanizma idi. Kadı sicilleri ve tımar defterleri, Weber’in dediği üzere, rasyonelleşmenin müşahhas (somut) numûneleridir.
Ne var ki, İbn Haldun’un kehâneti yine işledi: merkezde refah, lüks ve israf arttıkça, çevreden yeni asabiyet dalgaları zuhûr etti (ortaya çıktı). Bu devr-i daim (sürekli döngü), Osmanlı tarihinin yükseliş ve inkıraz (çöküş) hatlarını belirledi. X. asırda İslâm kapısından girildi. Karahanlı ve Selçuklu devirlerinde şer‘î hukuk ve ulema sınıfı, göçebe mirasa nizam kazandırdı. Medrese, yalnızca iman değil, aynı zamanda siyaset üreten bir müessese idi. Aynı yüzyıllarda Birûnî, Tahkîk mâ li’l-Hind adlı eserinde başka medeniyetlerin ilm ü irfanını tetkik ederek Doğu sosyolojisine yeni menfezler açtı.

Tanzimat ve Modernleşme​

Batı’da Rönesans, insanı yeniden merkeze almış; Fransız İhtilâli (1789) ise “hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik)” nidalarıyla yalnız Avrupa’yı değil, Osmanlı münevverini de sarsmıştır. Tanzimat ricali, bu yeni cereyanların tesiriyle hukuk ve maarif sahasında ıslahatlara girişti. Namık Kemal’in hürriyet ideali, Genç Osmanlıların anayasa arayışı, hep bu ihtilâlin akisleri (yansımaları) olarak zuhur etti. Sanayi Devrimi yalnız fabrikaları değil, tahayyülleri de dönüştürdü. Buhar makinesi işbölümünü derinleştirdi; Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu (1848), sınıf mücadelesini tarihin motoru ilân etti. Türkiye’de işçi hareketleri ve 1970’lerin siyasî çatışmaları, bu küresel cereyanların yerli akisleridir.

Cumhuriyet ve Ulus İnşası​

Anderson’un tabiriyle ulus, bir “hayal edilmiş cemaat”tir. Cumhuriyet devrinde bu tahayyül, dilde sadeleşme, eğitimde birlik, hukukta sekülerleşme gibi siyasî ve kültürel hamlelerle tahkim edildi (güçlendirildi). Devlet merkezli bir nizam, yirminci yüzyıl boyunca toplumu homojen kılmaya gayret etti. XIX. asır Osmanlı münevverinin Comte’un pozitivizmine meyli, Cumhuriyet döneminde de “akıl ve fen” ideali üzerinden devam etti. Darwin’in evrim nazariyesi ilerleme mitosuna dayanak kılındı. Buna karşılık, Mehmet Âkif gibi isimler bu cereyanı şiddetle tenkit ederek “hayvanlaşma”ya giden bir yol olarak gördüler. Cemil Meriç ise pozitivizmi “putlaştırılmış akıl” diye hicvetti.

Dijital Çağa Doğru​

Son otuz yılda, dünya ile beraber Türkiye de devlet merkezcilikten birey merkezciliğe kaymıştır. Devlet artık yalnızca “baba” imgesiyle tek otorite değildir; birey, kendi kimliğini, tercihlerini, hayat tarzını daha yüksek sesle dile getirmektedir. Dijital kamular, Habermas’ın kamusal alanını parçalayarak birey merkezli mikro-meclisler ihdas etmiştir (ortaya çıkarmıştır). Bu hâl, İbn Haldun’un “asabiyet çözülür” dediği noktayı hatırlatsa da, aynı zamanda çoğulculuğun, farklılığın ve hürriyetin de yolunu açmaktadır. Türklerin serencâmı, bozkırdan dijital çağa uzanan bir adaptasyon destanıdır. Rönesans’ın insancıllığı, Fransız İhtilâli’nin hürriyet nidaları, Sanayi Devrimi’nin işbölümü, Marx’ın sınıf mücadelesi, Comte’un pozitivizmi ve Darwin’in evrim nazariyesi… hepsi bu destanın satırlarına sızmıştır. Bütün bu dönüşümler, Türk cemiyetinin nasıl olup da süreklilik ile kırılma arasında yol aldığını gözler önüne serer. Asabiyetten dayanışmaya, otoriteden kamusal alana, ulus tahayyülünden dijital cemaatlere uzanan bu hat, bir milletin sosyolojik tekâmülünün hikâyesidir. Asıl sual yine bakidir: Biz bu tarihî ve fikrî mirası, birey ile devleti, gelenek ile moderni, yerel ile evrenseli mezc ederek nasıl yeni bir toplumsal muvazene (denge)ye tahvil edebileceğiz?
Burada genel bir perspektif sunmuş bulunmaktayım. Ek olarak buradaki konu özelinde şunları ifade edebilirim:
  1. Modernizmin “ilerleme ve akıl” vaadi, bizde dili sadeleştirip eğitimi yaygınlaştırdı; fakat postmodern çağda bu birikim, “anlık beğeni ve kimlik oyunları”na savruldu.
  2. Yeni Türk genci, kamusal tartışmanın yerini alan dijital mikro-meclislerde, kavramı değil trendi; fikri değil “akışı” kutsuyor.
  3. Dil, milletin hafızasıyken, popülist kültür onu slogan ve etiket ekonomisine indirgedi; kelime yoksullaştıkça düşünce de çoraklaşıyor.
  4. “Orijinal telaffuz” özentisi, Türkçenin bin yıllık ses düzenini dışlayıp kimlik beyanına dönüştü; “televizyon”u “televijın” yapmak ne bilimdir ne zarafet.
  5. Batıcılık, bir zamanlar hukuku ve bilimi tercüme etme cesaretiydi; bugün çoğu kez popüler kültür kırıntılarını taklitten ibaret.
  6. Genç kuşağın İngilizce dolgu sözcüklerle kurulmuş cümleleri, düşünceyi hızlandırmıyor; bilâkis meseleyi yüzeyselleştiriyor.
  7. Durkheim’ın dayanışması, İbn Haldun’un asabiyeti çözülürken; ortak dil ve anlam havuzumuz da parçalanıyor.
  8. Postmodern çoğulluk, “her şey doğrudur” kolaycılığına dönüşünce, hakikatin ölçüsü yerini algoritmanın keyfine bırakıyor.
  9. Hâlbuki bizim modernleşmemiz, dili zenginleştirerek düşünceyi derinleştirmekti; şimdi görevimiz, sade ama derin Türkçeyle bu sürekliliği yeniden kurmak.
  10. Gençlerimize düşen, Batı’yı taklit değil müzakere etmek; modanın dilini değil, Türkçenin köklü sesini merkeze alarak çağın bilgisini kendi sözümüzle üretmektir.
 
Burada genel bir perspektif sunmuş bulunmaktayım. Ek olarak buradaki konu özelinde şunları ifade edebilirim:
  1. Modernizmin “ilerleme ve akıl” vaadi, bizde dili sadeleştirip eğitimi yaygınlaştırdı; fakat postmodern çağda bu birikim, “anlık beğeni ve kimlik oyunları”na savruldu.
  2. Yeni Türk genci, kamusal tartışmanın yerini alan dijital mikro-meclislerde, kavramı değil trendi; fikri değil “akışı” kutsuyor.
  3. Dil, milletin hafızasıyken, popülist kültür onu slogan ve etiket ekonomisine indirgedi; kelime yoksullaştıkça düşünce de çoraklaşıyor.
  4. “Orijinal telaffuz” özentisi, Türkçenin bin yıllık ses düzenini dışlayıp kimlik beyanına dönüştü; “televizyon”u “televijın” yapmak ne bilimdir ne zarafet.
  5. Batıcılık, bir zamanlar hukuku ve bilimi tercüme etme cesaretiydi; bugün çoğu kez popüler kültür kırıntılarını taklitten ibaret.
  6. Genç kuşağın İngilizce dolgu sözcüklerle kurulmuş cümleleri, düşünceyi hızlandırmıyor; bilâkis meseleyi yüzeyselleştiriyor.
  7. Durkheim’ın dayanışması, İbn Haldun’un asabiyeti çözülürken; ortak dil ve anlam havuzumuz da parçalanıyor.
  8. Postmodern çoğulluk, “her şey doğrudur” kolaycılığına dönüşünce, hakikatin ölçüsü yerini algoritmanın keyfine bırakıyor.
  9. Hâlbuki bizim modernleşmemiz, dili zenginleştirerek düşünceyi derinleştirmekti; şimdi görevimiz, sade ama derin Türkçeyle bu sürekliliği yeniden kurmak.
  10. Gençlerimize düşen, Batı’yı taklit değil müzakere etmek; modanın dilini değil, Türkçenin köklü sesini merkeze alarak çağın bilgisini kendi sözümüzle üretmektir.
Emeğinize, düşüncenize sağlık. Keyifle okudum. İyi forumlar...
 
Geri
Üst