Dil: Milletin Ruhu, Milletin Hafızası
Millet nedir? Onu ayakta tutan kudret nereden gelir? Kimine göre hudutlardır, kimine göre ordular yahut iktisadî gelişmişliktir.. Lâkin hakikat başka yerde gizlidir: Bir milletin asıl devamlılık unsuru, onun dilidir. Zira dil, yalnız kelimelerden ibaret değildir; geçmişin hatırasını, geleceğin ümidini ve bugünün şuurunu bir arada taşıyan yegâne cevherdir.Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan, “Üstte mavi gök basmasa, altta yağız yer delinmese, Türk milleti, senin ilini, töreni kim bozabilir?” der. Burada bahsi geçen “töre”, aslında dilin de içinde bulunduğu kültür bütünüdür. Töresiz de, dilsiz de millet kalmaz; kalamaz.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Lisanın Seyri
Osmanlı asırlarında Türkçe, Arapça ve Farsça’nın tesiriyle zenginleşmiş, Divan edebiyatı ve medrese ilimleriyle kudretli bir dil haline gelmiştir. Lâkin bu yüksek dil, halkın gündelik konuşmasından uzaklaşmıştır. Dede Korkut hikâyeleri ise halkın kendi diliyle, yalın ama derin bir ifade dünyası kurmuş; Türk milletinin ortak hafızasını beslemiştir.Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ise dil, milli kimliğin temel sembolü kılınmış, 1928’de Harf İnkılâbı ve ardından Dil Devrimi, halkla devlet arasındaki uçurumu kapatmayı hedeflemiştir. Mustafa Kemal: “Türk demek, Türkçe demektir” diyerek, Türk milletinin varlığının ancak diliyle kaim olabileceğini vurgulayarak kendi şahsında devlet politikası haline de getirmiştir. Bu muhakkak halk için büyük bir kazanım olmuş; lakin uygulamada sadeleşme adı altında yapılan vahim hatalar sebebiyle Osmanlı Türkçesiyle yazılmış yüzlerce yıllık eser, yeni nesiller için anlaşılmaz ve incelenemez hale gelmiştir.
Sadeleşme Tartışmalarındaki Çelişkiler
Dil sadeleşmesi, halkın diliyle yazı dilini yakınlaştırma gayretiydi. Lâkin bu süreçte ölçütler her zaman tutarlı olmadı. “Yabancı” damgası vurularak Arapça ve Farsça kökenli pek çok kelime dışlanırken, Moğolca kökenli kelimeler Türkçenin öz malı sayıldı. Öyle ki “Danıştay, Sayıştay” resmi kurum adları olarak devlet politikasında yerini aldı; siyasî gelenekte ise partiler için “Kurultay” ifadesi benimsendi. Nöbet, ordu, karavan, tayga, çadır gibi Moğolca asıllı kelimeler bugün öz Türkçe kabul edilirken; yüzyıllarca kullanılagelen Arapça kökenli kavramların tasfiyesi, bir çelişki doğurdu.Aynı çelişki, 19. ve 20. yüzyılda Fransızcadan gelen kelimelerde de görülür. Modernleşme sürecinde asansör, otel, gar, şoför, bilet, komite, memuar gibi yüzlerce kelime halkın gündelik diline yerleşti-rildi. Hatta idarî, askerî ve kültürel hayatta kullanılan pek çok jargon doğrudan Fransızcadan alınarak yazı dilinde yerleşti. Ne var ki bunlar Türkçede kalıcı oldu, kimse de onları “özleştirme” uğruna çıkarmaya kalkmadı.
Bu tablo, sadeleşmenin çoğu kez dilin tabii gelişiminden ziyade ideolojik bir seçicilik ile yürütüldüğünü gösterir. Oysa milletin hafızasına sinmiş kelimeleri kökenine bakarak yargılamak yerine, onların dilde kazandığı yer ve işlev esas alınmalıydı. Zira bir kelime yüzyıllar boyu milletin ağzında yaşamışsa, artık o milletin malıdır.
Dilin Zenginliği ve Milletin İdraki
Türk Dünyasının ortak değeri olan Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyılda Divanü Lügati’t-Türk’ü kaleme alırken yalnızca bir sözlük değil, Türk dünyasının kültürel atlasını da inşa etmişti. Böylece Türkçe’nin coğrafyalar üstü bir birleştirici gücü olduğunu ortaya koymuştu.Gönül ve ulus dünyamızın bir diğer önemli ismi Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de Türkçe ile devlet, adalet ve ahlak üzerine düşüncelerini aktarmış, Türkçenin yalnızca gündelik hayatta değil, siyaset ve felsefede de medeniyet dili olabileceğini kanıtlamıştı.
Şairlerimizden Cemil Meriç: “Kamus, bir milletin hafızasıdır.” ifadesiyle, kelime hazinesinin yalnızca dil bilgisi değil, aynı zamanda bir kültür atlası olduğunu vurgulamıştı. Takdir edersiniz ki hafıza zayıflarsa idrak daralır, kelime azalırsa fikir fakirleşir.
Yine edebiyatımızın en önemli isimlerinden Yahya Kemal: “Türkçe yalnızca bir lisan değil, milletin ruhudur.”sözüyle, dilin yalnızca iletişim aracı değil, milletin varlığını ayakta tutan ruh olduğunu kastetmişti.
Sadeleşmenin Bedeli
Ziya Gökalp, dilin kültürün en mühim unsuru olduğunu vurgulamış, sadeleşmeyi milli harsın korunması için gerekli görmüştür. Mehmet Âkif Ersoy, Safahat’ta sade bir Türkçe ile milletin dertlerini dile getirmiş, edebiyatı halka yaklaştırmıştır. Böylece dil, yalnız bir estetik araç değil, bir uyanış ve direniş dili olmuştur.Fakat aşırılığa kaçıldığında sadeleşme, hafızayı silen bir bıçak keskinliği kazanır. Cemil Meriç, bu durumu eleştirir: “Geçmişle bağımızı kopardılar, bizi köksüz bir nesle çevirdiler” diyerek aşırı sadeleşmenin kültürel kopuşa yol açtığını ve hafızasız bir toplum doğurduğunu ifade etmiştir.
Bugün bir gencin Fuzûlî’nin bir beytini ya da Kâtip Çelebi’nin satırlarını anlamakta güçlük çekmesi yalnızca dil meselesi değil; aynı zamanda kültürel süreklilik meselesidir. Bu sebeple edebiyatta sadeleştirme yapılırken zenginliklerin lügâttan silinmesi kabul edilemez. Kültürel aktarım ve milli bilinç için ve dahi geçmişin yaşamlarını anlayabilmek, ortaya konulan sanatların anlaşılabilmesi için de dilde mevcut kelimelerin ve bağlamların koparılmaması gerekir.
Eğitim ve Zihnin Ufku
Dil, eğitimin taşıyıcısıdır. Kelime hazinesinin genişlediği kadar kavram dünyası da genişler; daraldığı kadar da zihin dünyası daralır. Öğrenciler felsefeyi, tarihi, hatta edebiyatı sınırlı bir kelime dünyasında öğrenirse, düşünceleri de sınırlı olur.Türk Aynştayn olarak bilinen Oktay Sinanoğlu’nun eğitimde yerli dil politikasının bensinmesi üzerine yaptığı söyleşileri de buraya eklemeden geçemeyeceğim. Zira yabancı dil ağırlıklı ve öncelikli eğitimler, Türk dünyası, ilim ve sanat dünyası adına yaratıcılığı kısıtlandıran bir faktördür. Yine Türk milletinin uluslarası anlamda tanınırlığı ve bilinirliliği; literatüre katkısı açısından milli ve zengin bir dilde eğitim çok önemli bir etkendir.
Edebiyat ve Yaratıcılığın Dili
Dede Korkut’un destanlarındaki yalın Türkçe, milletin ruhunu yansıtırken; Yahya Kemal: “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.”der ve dilin hem bireysel kimliğin hem de milli hafızanın en derin kaynağı olduğunu anlatır.Divan edebiyatı, kelime zenginliğinin sanat kudretine ve kaliteli eser sunma şölenine nasıl dönüştüğünü göstermiştir. Ogier Ghiselin de Busbecq ve Helmut Ritter’in Baki’nin verdiği eserlere hayranlıkları sebebiyle uzun yıllar bu topraklarda yaşadıkları aşikârdır. Ritter Baki’nin sadece saray çevresinde değil, halk arasında da sevilen bir şair olduğuna dikkat çeker. Buradan da anlaşılacağı üzere dildeki zenginlik halka da sirayet etmiştir.
Tarihi süreç içerisinde yalınlıktan - sadelikten, edebi ve sanatlı bir dile geçiş düşünce dünyamızı geliştirmiş ortaya konan eserlerin niteliğini elbette artırmıştır. Edebi eserler verirken Türkçe ve zenginleşmiş dil yapısından vazgeçilmemesi ehemmiyet arz etmektedir.
Teknoloji ve Yabancı Dillerin Tesiri
Asrımızın imtihanı teknolojidir. “App, chat, update” gibi yabancı kelimeler günlük dilimize hızla sızıyor; Türkçe karşılıkları ise gölgede kalıyor. İzlanda, her kavramı kendi dilinden türeterek kültürel bağlarını korurken; Türkiye’de çoğu kez kolay yol seçilmektedir. Bu durum, kültürel bağlarımızı zayıflatıyor, yeni nesillerin dilini yabancı kelimelerin tahakkümüne açık bırakıyor. Burada şunu da belirtmek isterim: Eğer bir kelimenin karşılığı bulunamıyorsa “zorlama” türetimler de yapmamak gerekir. Unutmamalıyız ki, organ nakli, doku uyuşmazsa vücutta tutunamaz.Dil Giderse, Millet de Gider
Orhun Yazıtları’ndan Dede Korkut’a, Kaşgarlı Mahmud’dan Ziya Gökalp ve Cemil Meriç’e kadar bütün Türk düşüncesi aynı hakikati haykırır: Dil, milletin varlığının asli şartıdır.Dil giderse, milletin ruhu da gider. Bugün bize düşen, Türkçemizi sade ama zengin, anlaşılır ama derin kılmaktır. Geçmişin mirasını ihya etmek ve geleceğin kavramlarını kendi dilimizle kurmak, millet olarak devamlılığımızın yegâne yoludur.
Son düzenleme: