floidereal
Değerli Üye
Türk milletinin serencâmı (tarihî yolculuğu), bozkırın ufuklarında zuhûr etmiş, nice medeniyetlerle hemhâl olarak günümüze akmış uzun ve müteferrik (parça parça, çeşitli) bir nehirdir. Bu nehrin yatağı bâzen taşkın, bâzen sükûnî (sakin); lâkin daima iki renkli bir akışa sahiptir: süreklilik ve kırılma. Bir yanda asabiyet (toplumsal dayanışma) ile doğan içtimaî rabıta (toplumsal bağ), devlet merkezinde tecessüm eden kudret (iktidarın vücut bulması), farklı iklimlerle temasın getirdiği melezleşme (synkretizm). Öte yanda İslâm’ın kabulüyle gelen yeni bir rûh, Farsî yüksek kültürün letafeti (zarafeti), Osmanlı-İslâm sentezinin heybeti, Tanzimat ve Cumhuriyet’in inkılâpları, nihayetinde küreselleşme ve dijitalleşmenin savruluşu…
Ne var ki, İbn Haldun’un kehâneti yine işledi: merkezde refah, lüks ve israf arttıkça, çevreden yeni asabiyet dalgaları zuhûr etti (ortaya çıktı). Bu devr-i daim (sürekli döngü), Osmanlı tarihinin yükseliş ve inkıraz (çöküş) hatlarını belirledi. X. asırda İslâm kapısından girildi. Karahanlı ve Selçuklu devirlerinde şer‘î hukuk ve ulema sınıfı, göçebe mirasa nizam kazandırdı. Medrese, yalnızca iman değil, aynı zamanda siyaset üreten bir müessese idi. Aynı yüzyıllarda Birûnî, Tahkîk mâ li’l-Hind adlı eserinde başka medeniyetlerin ilm ü irfanını tetkik ederek Doğu sosyolojisine yeni menfezler açtı.
İbn Haldun ve Durkheim’ın Perspektifleri
İbn Haldun, Mukaddime’de toplumu bir bedene, asabiyeti ise o bedene can veren ruha teşbih eder (benzetir). Ona göre ruh diri kaldıkça devlet yükselir; solduğunda ise inkıraz (çöküş) mukadderdir. Yüzyıllar sonra Durkheim, De la division du travail social’de toplumu önce “mekanik dayanışma”, zamanla ise “organik dayanışma” ile ayakta duran bir varlık olarak tavsif eder. Haldun’un asabiyet kavrayışı ile Durkheim’ın dayanışma tipleri, toplumun dağılmamak için hangi gizli rabıtalara (bağlara) muhtaç olduğunu farklı lisanlarda dile getirmektedir.Weber ve Habermas’ın Katkıları
Max Weber, Ekonomi ve Toplum’da (1922) otoriteyi üç kısma ayırır: karizmatik, geleneksel ve rasyonel-hukukî. Karizma, göçebe kağanın heybetinde tecessüm eder (vücut bulur); rasyonel-hukukî düzen ise Cumhuriyet’in kanun metinlerinde müşahhas (somut) hâle gelir. Böylelikle Weber, Haldun’un asabiyet ve Durkheim’ın dayanışma anlayışını, iktidarın hangi suretlerde meşruiyet kazandığına rapteder (bağlar). Jürgen Habermas ise başka bir menfez (pencere) açar. Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (1962) adlı eserinde, Tanzimat devrinin gazetelerini ve kahvehane sohbetlerini, halkın ilk defa müzakerede bulunduğu (tartışma yaptığı) laboratuvarlar olarak görmemizi sağlar. Weber’in rasyonel hukukuna burada cemiyetin kendi kendine konuşmaya başlaması, yani müşterek aklın inşası eklenir.Anderson ve Gellner’in Ulus Teorileri
XX. asrın son çeyreğinde Benedict Anderson ve Ernest Gellner sahneye çıkar. Anderson, Imagined Communities (1983) adlı eserinde, ulusu bir hayal edilmiş cemaat olarak tavsif eder. Gellner ise aynı yıl yayımlanan Nations and Nationalism’de, modern sanayi cemiyetinin millî kültürü zarurî kıldığını ileri sürer. Böylece Haldun’un asabiyetinden başlayıp Durkheim’ın dayanışmasına, Weber’in otorite tiplerinden Habermas’ın kamusal alanına ve nihayet Anderson ile Gellner’in ulus tahayyüllerine uzanan bir silsile teşekkül eder.Türk Tarihinde Dönüşümler
Bozkır çağlarında Türkler, Gök Tengri’ye yönelmiş bir iman ile atalar kültünü mezc (birleştirme) etmişlerdi. İşbölümü mahdut (sınırlı), fakat askerî seferberlik pek şedîd (kuvvetli) idi. Çin’in haşmeti ve İran’ın letafetiyle temas, onları mütemayil (uyum sağlayan) ve pragmatik kılmıştı. Bu hâl, İbn Haldun’un beyan ettiği “yüksek asabiyet”in bariz tezahürüdür.Osmanlı’da Sentez ve Rasyonelleşme
Osmanlı devleti, Selçuklu mirasına Arap ilim geleneğini de ilâve ederek mütekâmil (olgun, tamamlanmış) bir sentez vücuda getirdi. Millet sistemi, farklı dinî cemaatleri bir arada tutmaya yarayan müstesna bir mekanizma idi. Kadı sicilleri ve tımar defterleri, Weber’in dediği üzere, rasyonelleşmenin müşahhas (somut) numûneleridir.Ne var ki, İbn Haldun’un kehâneti yine işledi: merkezde refah, lüks ve israf arttıkça, çevreden yeni asabiyet dalgaları zuhûr etti (ortaya çıktı). Bu devr-i daim (sürekli döngü), Osmanlı tarihinin yükseliş ve inkıraz (çöküş) hatlarını belirledi. X. asırda İslâm kapısından girildi. Karahanlı ve Selçuklu devirlerinde şer‘î hukuk ve ulema sınıfı, göçebe mirasa nizam kazandırdı. Medrese, yalnızca iman değil, aynı zamanda siyaset üreten bir müessese idi. Aynı yüzyıllarda Birûnî, Tahkîk mâ li’l-Hind adlı eserinde başka medeniyetlerin ilm ü irfanını tetkik ederek Doğu sosyolojisine yeni menfezler açtı.