• Forumdan selamlar!
    Fikirler paylaşıldıkça çoğalır, bilgi forumdan yayılır.
    Hemen aramıza katıl, farkını forumdan göster!

Süreklilikler ile Kırılmalar Arasında: Türklerin Uzun Yürüyüşü

Türk milletinin serencâmı (tarihî yolculuğu), bozkırın ufuklarında zuhûr etmiş, nice medeniyetlerle hemhâl olarak günümüze akmış uzun ve müteferrik (parça parça, çeşitli) bir nehirdir. Bu nehrin yatağı bâzen taşkın, bâzen sükûnî (sakin); lâkin daima iki renkli bir akışa sahiptir: süreklilik ve kırılma. Bir yanda asabiyet (toplumsal dayanışma) ile doğan içtimaî rabıta (toplumsal bağ), devlet merkezinde tecessüm eden kudret (iktidarın vücut bulması), farklı iklimlerle temasın getirdiği melezleşme (synkretizm). Öte yanda İslâm’ın kabulüyle gelen yeni bir rûh, Farsî yüksek kültürün letafeti (zarafeti), Osmanlı-İslâm sentezinin heybeti, Tanzimat ve Cumhuriyet’in inkılâpları, nihayetinde küreselleşme ve dijitalleşmenin savruluşu…

İbn Haldun ve Durkheim’ın Perspektifleri​

İbn Haldun, Mukaddime’de toplumu bir bedene, asabiyeti ise o bedene can veren ruha teşbih eder (benzetir). Ona göre ruh diri kaldıkça devlet yükselir; solduğunda ise inkıraz (çöküş) mukadderdir. Yüzyıllar sonra Durkheim, De la division du travail social’de toplumu önce “mekanik dayanışma”, zamanla ise “organik dayanışma” ile ayakta duran bir varlık olarak tavsif eder. Haldun’un asabiyet kavrayışı ile Durkheim’ın dayanışma tipleri, toplumun dağılmamak için hangi gizli rabıtalara (bağlara) muhtaç olduğunu farklı lisanlarda dile getirmektedir.

Weber ve Habermas’ın Katkıları​

Max Weber, Ekonomi ve Toplum’da (1922) otoriteyi üç kısma ayırır: karizmatik, geleneksel ve rasyonel-hukukî. Karizma, göçebe kağanın heybetinde tecessüm eder (vücut bulur); rasyonel-hukukî düzen ise Cumhuriyet’in kanun metinlerinde müşahhas (somut) hâle gelir. Böylelikle Weber, Haldun’un asabiyet ve Durkheim’ın dayanışma anlayışını, iktidarın hangi suretlerde meşruiyet kazandığına rapteder (bağlar). Jürgen Habermas ise başka bir menfez (pencere) açar. Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (1962) adlı eserinde, Tanzimat devrinin gazetelerini ve kahvehane sohbetlerini, halkın ilk defa müzakerede bulunduğu (tartışma yaptığı) laboratuvarlar olarak görmemizi sağlar. Weber’in rasyonel hukukuna burada cemiyetin kendi kendine konuşmaya başlaması, yani müşterek aklın inşası eklenir.

Anderson ve Gellner’in Ulus Teorileri​

XX. asrın son çeyreğinde Benedict Anderson ve Ernest Gellner sahneye çıkar. Anderson, Imagined Communities (1983) adlı eserinde, ulusu bir hayal edilmiş cemaat olarak tavsif eder. Gellner ise aynı yıl yayımlanan Nations and Nationalism’de, modern sanayi cemiyetinin millî kültürü zarurî kıldığını ileri sürer. Böylece Haldun’un asabiyetinden başlayıp Durkheim’ın dayanışmasına, Weber’in otorite tiplerinden Habermas’ın kamusal alanına ve nihayet Anderson ile Gellner’in ulus tahayyüllerine uzanan bir silsile teşekkül eder.

Türk Tarihinde Dönüşümler​

Bozkır çağlarında Türkler, Gök Tengri’ye yönelmiş bir iman ile atalar kültünü mezc (birleştirme) etmişlerdi. İşbölümü mahdut (sınırlı), fakat askerî seferberlik pek şedîd (kuvvetli) idi. Çin’in haşmeti ve İran’ın letafetiyle temas, onları mütemayil (uyum sağlayan) ve pragmatik kılmıştı. Bu hâl, İbn Haldun’un beyan ettiği “yüksek asabiyet”in bariz tezahürüdür.

Osmanlı’da Sentez ve Rasyonelleşme​

Osmanlı devleti, Selçuklu mirasına Arap ilim geleneğini de ilâve ederek mütekâmil (olgun, tamamlanmış) bir sentez vücuda getirdi. Millet sistemi, farklı dinî cemaatleri bir arada tutmaya yarayan müstesna bir mekanizma idi. Kadı sicilleri ve tımar defterleri, Weber’in dediği üzere, rasyonelleşmenin müşahhas (somut) numûneleridir.
Ne var ki, İbn Haldun’un kehâneti yine işledi: merkezde refah, lüks ve israf arttıkça, çevreden yeni asabiyet dalgaları zuhûr etti (ortaya çıktı). Bu devr-i daim (sürekli döngü), Osmanlı tarihinin yükseliş ve inkıraz (çöküş) hatlarını belirledi. X. asırda İslâm kapısından girildi. Karahanlı ve Selçuklu devirlerinde şer‘î hukuk ve ulema sınıfı, göçebe mirasa nizam kazandırdı. Medrese, yalnızca iman değil, aynı zamanda siyaset üreten bir müessese idi. Aynı yüzyıllarda Birûnî, Tahkîk mâ li’l-Hind adlı eserinde başka medeniyetlerin ilm ü irfanını tetkik ederek Doğu sosyolojisine yeni menfezler açtı.

Tanzimat ve Modernleşme​

Batı’da Rönesans, insanı yeniden merkeze almış; Fransız İhtilâli (1789) ise “hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik)” nidalarıyla yalnız Avrupa’yı değil, Osmanlı münevverini de sarsmıştır. Tanzimat ricali, bu yeni cereyanların tesiriyle hukuk ve maarif sahasında ıslahatlara girişti. Namık Kemal’in hürriyet ideali, Genç Osmanlıların anayasa arayışı, hep bu ihtilâlin akisleri (yansımaları) olarak zuhur etti. Sanayi Devrimi yalnız fabrikaları değil, tahayyülleri de dönüştürdü. Buhar makinesi işbölümünü derinleştirdi; Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu (1848), sınıf mücadelesini tarihin motoru ilân etti. Türkiye’de işçi hareketleri ve 1970’lerin siyasî çatışmaları, bu küresel cereyanların yerli akisleridir.

Cumhuriyet ve Ulus İnşası​

Anderson’un tabiriyle ulus, bir “hayal edilmiş cemaat”tir. Cumhuriyet devrinde bu tahayyül, dilde sadeleşme, eğitimde birlik, hukukta sekülerleşme gibi siyasî ve kültürel hamlelerle tahkim edildi (güçlendirildi). Devlet merkezli bir nizam, yirminci yüzyıl boyunca toplumu homojen kılmaya gayret etti. XIX. asır Osmanlı münevverinin Comte’un pozitivizmine meyli, Cumhuriyet döneminde de “akıl ve fen” ideali üzerinden devam etti. Darwin’in evrim nazariyesi ilerleme mitosuna dayanak kılındı. Buna karşılık, Mehmet Âkif gibi isimler bu cereyanı şiddetle tenkit ederek “hayvanlaşma”ya giden bir yol olarak gördüler. Cemil Meriç ise pozitivizmi “putlaştırılmış akıl” diye hicvetti.

Dijital Çağa Doğru​

Son otuz yılda, dünya ile beraber Türkiye de devlet merkezcilikten birey merkezciliğe kaymıştır. Devlet artık yalnızca “baba” imgesiyle tek otorite değildir; birey, kendi kimliğini, tercihlerini, hayat tarzını daha yüksek sesle dile getirmektedir. Dijital kamular, Habermas’ın kamusal alanını parçalayarak birey merkezli mikro-meclisler ihdas etmiştir (ortaya çıkarmıştır). Bu hâl, İbn Haldun’un “asabiyet çözülür” dediği noktayı hatırlatsa da, aynı zamanda çoğulculuğun, farklılığın ve hürriyetin de yolunu açmaktadır. Türklerin serencâmı, bozkırdan dijital çağa uzanan bir adaptasyon destanıdır. Rönesans’ın insancıllığı, Fransız İhtilâli’nin hürriyet nidaları, Sanayi Devrimi’nin işbölümü, Marx’ın sınıf mücadelesi, Comte’un pozitivizmi ve Darwin’in evrim nazariyesi… hepsi bu destanın satırlarına sızmıştır. Bütün bu dönüşümler, Türk cemiyetinin nasıl olup da süreklilik ile kırılma arasında yol aldığını gözler önüne serer. Asabiyetten dayanışmaya, otoriteden kamusal alana, ulus tahayyülünden dijital cemaatlere uzanan bu hat, bir milletin sosyolojik tekâmülünün hikâyesidir. Asıl sual yine bakidir: Biz bu tarihî ve fikrî mirası, birey ile devleti, gelenek ile moderni, yerel ile evrenseli mezc ederek nasıl yeni bir toplumsal muvazene (denge)ye tahvil edebileceğiz?
 
Geri
Üst