floidereal
Değerli Üye
Guguk Kuşu, Ken Kesey’in 1962’de yayımlanan romanı ve Milos Forman’ın 1975 tarihli film uyarlamasıyla, modern insanın özgürlük arayışını ve otoriteyle çatışmasını anlatan bir kült eser ama hikâye, yalnızca birey ve sistem arasındaki gerilime değil; aynı zamanda toplumun, iktidarın ve kimliklerin doğasına da ışık tutar. Ben değerlendirmemde klasik yorumların yanında felsefi noktalara da temas edeceğim.
Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ndeki akıl–iktidar ilişkisi ya da Nietzsche’nin “güç istenci” fikri, metne derinlik katan okuma katmanları sunar. Örneğin romanda hastaların çoğu aslında kendi istekleriyle oradadır. Foucault’nun işaret ettiği gibi, modern iktidar çoğu zaman baskıyla değil, rıza yoluyla işler. İnsan, kendi zihnini ve bedenini disipline ederek otoriteye boyun eğer. Özgürlüğünden korkan bireyin kendi isteğiyle sisteme teslim oluşu, iktidarın en güçlü silahıdır. Filmde bu incelik arka planda kalır. Belki de filmin en büyük eksisidir kanaatimce.
McMurphy’nin özgürlük anlayışı, daha çok maskülenlik ve cinsellik üzerinden şekillenir. Nietzsche’nin güç istencini hatırlatır: yaşamak, meydan okumak, sınırları zorlamak. Ancak feminist bir gözle bakıldığında, bu özgürlük arayışının kadınların ötekileştirilmesi üzerinden kurulması dikkat çekici bir noktadır. Yani özgürlük yalnızca “erkek” için tasarlanmıştır. Film de bu erkek-merkezli özgürlük anlayışını büyük ölçüde sürdürür. Elbette ki kaleme ve sinemaya aktarıldığı tarihlerde "kadın" rol ve hakları bu kadar bilinir ve tanınır da değildi.
Chief Bromden’in sağır-dilsiz rolü ise Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla okunabilir. Baskıcı sistemlerde insanlar hayatta kalmak için sessizliği seçer; bu bir direniş değil, varoluş stratejisidir. Romanda bu metafor çok güçlüdür, ancak filmde Chief’in iç sesi çıkarıldığından bu katman kaybolur.
Hastane, tedavi edilen bir yer olmanın ötesinde Hobbes’un Leviathan’ını andırır: düzeni sağlamak için bireyin iradesini elinden alan küçük bir toplum. Film bunu steril ve klostrofobik mekânlarla hissettirir. Roman ise “Büyük Makine” metaforuyla modern toplumun işleyişini çok daha alegorik bir dille açığa çıkarır.
Sonuçta, Guguk Kuşu romanı ve filmi birlikte düşünüldüğünde hem felsefi hem de duygusal düzeyde güçlü bir tablo sunar: bireyin otorite karşısındaki çaresizliği, özgürlüğün sınırları ve sessizliğin hayatta kalma biçimi… Roman daha çok entelektüel bir eleştiri getirirken, film bu hikâyeyi daha dramatik, duygusal bir özgürlük trajedisine dönüştürür.
Sizlerin de kendi çıkarımlarınızı benimle paylaşmanızı isterim ve ekliyorum:
Film mi? Kitap mı?
Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ndeki akıl–iktidar ilişkisi ya da Nietzsche’nin “güç istenci” fikri, metne derinlik katan okuma katmanları sunar. Örneğin romanda hastaların çoğu aslında kendi istekleriyle oradadır. Foucault’nun işaret ettiği gibi, modern iktidar çoğu zaman baskıyla değil, rıza yoluyla işler. İnsan, kendi zihnini ve bedenini disipline ederek otoriteye boyun eğer. Özgürlüğünden korkan bireyin kendi isteğiyle sisteme teslim oluşu, iktidarın en güçlü silahıdır. Filmde bu incelik arka planda kalır. Belki de filmin en büyük eksisidir kanaatimce.
McMurphy’nin özgürlük anlayışı, daha çok maskülenlik ve cinsellik üzerinden şekillenir. Nietzsche’nin güç istencini hatırlatır: yaşamak, meydan okumak, sınırları zorlamak. Ancak feminist bir gözle bakıldığında, bu özgürlük arayışının kadınların ötekileştirilmesi üzerinden kurulması dikkat çekici bir noktadır. Yani özgürlük yalnızca “erkek” için tasarlanmıştır. Film de bu erkek-merkezli özgürlük anlayışını büyük ölçüde sürdürür. Elbette ki kaleme ve sinemaya aktarıldığı tarihlerde "kadın" rol ve hakları bu kadar bilinir ve tanınır da değildi.
Chief Bromden’in sağır-dilsiz rolü ise Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla okunabilir. Baskıcı sistemlerde insanlar hayatta kalmak için sessizliği seçer; bu bir direniş değil, varoluş stratejisidir. Romanda bu metafor çok güçlüdür, ancak filmde Chief’in iç sesi çıkarıldığından bu katman kaybolur.
Hastane, tedavi edilen bir yer olmanın ötesinde Hobbes’un Leviathan’ını andırır: düzeni sağlamak için bireyin iradesini elinden alan küçük bir toplum. Film bunu steril ve klostrofobik mekânlarla hissettirir. Roman ise “Büyük Makine” metaforuyla modern toplumun işleyişini çok daha alegorik bir dille açığa çıkarır.
Sonuçta, Guguk Kuşu romanı ve filmi birlikte düşünüldüğünde hem felsefi hem de duygusal düzeyde güçlü bir tablo sunar: bireyin otorite karşısındaki çaresizliği, özgürlüğün sınırları ve sessizliğin hayatta kalma biçimi… Roman daha çok entelektüel bir eleştiri getirirken, film bu hikâyeyi daha dramatik, duygusal bir özgürlük trajedisine dönüştürür.
Sizlerin de kendi çıkarımlarınızı benimle paylaşmanızı isterim ve ekliyorum:
Film mi? Kitap mı?